Savaş, cinsel şiddet ve feminist dayanışma (feminist özeleştirim)
Asiye Müjgan Güvenli 25.12.2023
Barış yanlısı, solcu ve Israil yönetimine muhalif 1200 Israillinin Hamas tarafından işkence ve tecavüzle öldürülmelerinin, Gazza’nin da Israil yönetimi tarafından bombalanmasının ve 25.000 Filistinlinin öldürülmesinin üzerinden yaklaşık üç ay geçti.
Hamas’in katliamını video filmi yaparak sosyal medyada dolaştırmasıyla daha ilk günden Israilli kadınlara nasıl tecavüz edildiği, nasıl işkence yapıldığı, cinsel organlarının nasıl kesildiği ve belki başka ayrıntılar dünyanın gözü önüne serildi. Ben bu filmleri izlemedim, izlemeyi istemedim. Işkencenin, tecavüzün, kötü muamelenin derecelendirilemeyeceğini düşünüyorum. Şu işkence ya da şu tecavüz ötekinden daha iyi ya da kötü değil benim için. Beden bütünlüğünü zedeleyen her şey benim için işkencedir.
7 Ekim 2023 günü Hamas’in kadınlara yönelik cinsel şiddet ve ve tecavüzlerini işittiğimde, “yine bir savaş klasiği yaşanıyor” diye düşündüm. Kadınlar patriarka tarafından cinsel nesne olarak görüldüklerinden bütün savaşlarda karşı tarafın erkeklerinin canını acıtmak için tecavüz edilir, bazen de ganimet olarak kaçırılir.
Bu böyle olmakla birlikte, bu sığlıkta düşünüp tecavüze, cinsel şiddete uğrayan kadınlar ve onların yakınları için ne yapılabiliri düşünmemek ne feminizmle ne de kadın olmakla bağdaşır. Daha da fenası her savaşta kadınların cinsel şiddete uğramasını adeta doğallaştırır, olağanlaştırır. Tecavüze uğradıktan sonra işkenceyle öldürülen Israilli kadınlar için artık yapılabilecek bir şey yok. Ancak bu kadınların yakınları, arkadaşları, akrabaları için yapılabilecek şeyler vardı ve hala var. Ben kendi adıma Israil yönetimine karşı olan kadın-erkek Israillilerle yazışarak onlarla dayanışmaya çalıştım. Ancak “savaş klasiğini” atladım. Üstelik sadece ben atlamadım, dünyadaki birçok, belki de bütün, feminizmler ve feministler atladılar.
Dünya “Pro Israil” “Pro Filistin”, “Semitism” “Antisemistism” tartışmalarına odaklanmışken kimse ve özellikle de kadınlar tecavüze uğrayan kadınların yakınlarıyla dayanışmayı düşünmedi bile. Ben de bunlardan biri olarak özeleştirimi bu platformda paylaşmak istedim.
Eminim, Türkiyeli feministler tartışarak çeşitli dayanışma biçimleri bulabilir.
Asiye Müjgan Güvenli
25.12.2023
Bu metin “Catlak Zemin” tarafindan “hepsi Amerikan propogandasi” denilerek, Bianet tarafindan ise “ İlkesel olarak, bianet’i bu tarz bir polemiğin mecrası haline getirmemeyi tercih ediyoruz.” denilerek reddedildi.
3 Kasım 1793 :Olympe de Gouges – Giyotinde bir feminist
Asiye Müjgan Güvenli 3 kasım 2023
Olympe de Gouges, devrimci, kadın hakları aktivisti ve Aydınlanma Çağı yazarı, 1791 Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin yazarıdır.
7 Mayıs 1748’de doğan Olympe de Gouges Marie Gouze de adıyla vaftiz edilir. 17 yaşındayken isteği dışında evlenir ve bir oğlu olur. Kocasının erken ölümünden sonra 1768 yılında Paris’e taşınır. Tekrar evlenmeyip özgür aşklar yaşamaya başlar.
Çocukluğunda sadece okuma ve yazma öğrenmiş olmasına ve doğduğu yörede Oksitanca konuşulmasına rağmen Paris’te kısa sürede Fransızca öğrenip, kendisini edebi ve politik alanda yetiştirir. 1774’te köleliğe karşı çıkan bir bildirge yazar. Konusu ve yazarın kadın olması nedeniyle, eser ancak 1789’daki devrimden sonra yayınlanır. 1785’te kolonilerdeki köleliği ele alan Zamore et Mirza adlı oyununu Comédie-Française’e sunar. Bu eseri nedeniyle kovuşturmaya uğrar ve Bastille’e hapsedillr. Oyun ancak 1789’da sahnelenebilir.
1786’da, evlenmemiş annelere ve onların çocuklarına yapılan muameleyi eleştirdiği ve boşanma hukuku ve evlilik dışı cinsel ilişki kurma hakkında yazdığı gizli otobiyografisini yayınlar.
Olympe de Gouges sürekli olarak çeşitli siyasi yönlerden gelen düşmanlıklarla karşı karşıya kalır. İftira ve büyük zorluklara rağmen, çok yönlü ve üretken olmaya devam eder. 1793’te eserleri iki cilt halinde yayınlanır.
Devrim sırasında kadınların, insan haklarının ve medeni hakların ateşli bir savunucusu olur. Bu yıllarda Olympe de Gouges, güncel olaylar hakkında politik metinler yayınlar. Böylece, sadece kadın sorunu veya kölelerin kurtuluşu üzerine ilerici fikirler geliştirmekle kalmayıp, aynı zamanda erken sosyalist fikirleri de savunur. Zenginlerin daha fazla vergilendirilmesini ve tarım kooperatiflerinin kurulmasını talep eder.
1791 yılında, anayasal statüye yükseltilmiş olan erkek ayrıcalıklarına karşı bir protesto olarak Déclaration des droits de la Femme et de la Citoyenne (Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi) adlı eseri hazırlar. Ama bu arada, erkek egemen burjuva anayasası kabul edilip Fransa anayasal bir monarşi haline gelir.
Kadınlar halk egemenliğinden dışladığından, Olympe de Gouges yeni rejimi tiranlık olarak adlandırır. Ulusal Meclis’e, ulusun anneleri, kızları ve kız kardeşleri adına, Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin, özel ve siyasi medeni hakların tanınması çağrısında bulunup, evrensel-eşitlikçi bir anayasa talep eder.
Robespierre’in terör saltanatı sırasında 1793 yazında tutuklanan ve kraliyetçi olmakla suçlanan Olympe de Gouges ölüme mahkum edilir.
Ölüm cezası 3 Kasım 1793’te Place de la Concorde’da giyotin ile gerçekleştirilir.
https://catlakzemin.com/3-kasim-1793-olympe-de-gouges-giyotinde-bir-feminist/
24 Eylül 1973: Şair ve kadın hakları savunucusu Şükûfe Nihal hayatını kaybetti
Asiye Müjgan Güvenli
Yazar ve şair kimliğinin yanı sıra, eserlerinde işlediği toplumsal konularda “kadın kahramanları” öne çıkaran Şükûfe Nihal 18 yaşında, 12 Eylül 1914’te açılan Inâs Darülfünunu’na (Kadınlara Mahsus Üniversite) başlamak ister ancak babası tarafından evlendirilmiş olduğu için okula kabul edilmez. 1916 yılında boşandıktan sonra giriş sınavını kazanıp okula girer.
1919’da erkek Darülfünun’un ek sınavlarını da başarıyla tamamlayıp mezun olduktan sonra öğretmenliğe başlar. İzleyen yıllarda bir heyetle Milli Eğitim Bakanlığı’nı ziyaret ederek sundukları fikirlerin kabulüyle Darülfünun fen ve edebiyat şubelerinde karma eğitim başlar.
1909 yılında henüz 13 yaşındayken kadınların eğitim hakkıyla ilgili makalesi feminizmin o dönemdeki öncülerinden Emine Semiye tarafından övgüyle karşılanır.
Nihal’e göre “Kadınların ilerlemesi yine kadınlar tarafından gerçekleştirilecektir. Bu sebeple kadınlığın geleceği ve Türk kadınının medeni dünyaya yakışacak şekilde yetişmesi için bizzat kadınlar düşünmeli, gayret etmelidir.”
15 Haziran 1923’te kurulan Kadınlar Halk Fırkası’nın Genel Sekreteri olur. Dönemin politik yönetiminin partiden rahatsız olması üzerine aynı kadınlar Türk Kadınlar Birliği (TKB) adı altında örgütlenirler. Birliğin amacı, kadını toplumda hak ettiği yere getirmektir. Bunu yaparken de kadının bazı niteliklere sahip olması amacına yönelik çalışmalar esas alınmıştır. Amaç; görgülü, eğitimli, sosyal ve siyasi hakları olan bir Türk kadınıdır. Birliğin 1927’deki kongresinde kadınlar için siyasi taleplerde bulunulur. Siyasi taleplerinde ısrar eden Nezihe Muhiddin ve Şükûfe Nihal TKB’den uzaklaştırılırlar.
1930 Yerel seçimlerinde ve 1935 genel seçimlerinde belediye ve Millet Meclisi’ne giren kadınlar olur ancak dönemin feminist mücadelesinin bu iki önemli ismi, Nezihe Muhiddin ve Şükûfe Nihal, seçimlerden dışlanırlar.
Şükûfe Nihal’in kadının eğitimi, ekonomik özgürlüğünü elde etmesi, evlenme ve boşanma durumlarında hukuki durumu üzerine makaleleri vardır. Nihal kadının özgür ve evlilikte eşit olabilmesi için mutlaka meslek sahibi olması gerektiğini savunur.
Nihal’e göre kadın kendi ayakları üzerinde durmalı, kendine güvenmeli, davranışları, tercihleri ve giyimiyle bağımsız bir kişilik sergilemelidir. Kadın, duygularından çok mantığıyla hareket eden, sosyal sorunlara duyarlı, aynanın ve evin mahkumu olmayan bir kişiliktir.
Aktivist karakteri ve cumhuriyetin erken dönemindeki feminist düşünceleriyle modern Türkiye’nin ilk aydın kadınları arasında yer almaktadır. Özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır Şükûfe Nihal.
İki kez evlenip iki kez boşanan Nihal’e, Nazım Hikmet’ten Ahmet Kutsi Tecer ve Faruk Nafız Çamlıbel’e dek birçok şair aşık olmuştur. Evli olduğu dönemde Nihal’in de bunlardan bazılarına aşık olduğuna ancak birlikteliğe cesaret edemediğine ilişkin anlatımlar söz konusudur. Çeşitli şairlere olan aşkını dizelerinde dile getirebilmiştir.
24 Eylül 1973’te yaşlılar evinde ölen Nihal, Aşiyan Mezarlığı’na gömülür.
Şükûfe Nihal’in bütün eserleri beş ciltlik derlemeyle Yaprak Zihnioğlu’nun editörlüğünde Mor Kitaplık tarafından 2008’de yayınlanır.[1]
İşte sana çılgın bir çocuk dediler;
İşte sana neşesiz, soğuk dediler;
Sana dalgın ve hissiz, aptal dediler;
Bir nefesle kırılır bir dal dediler…
Sana hem güzel hem de çirkin dediler;
Sana bazı genç bazı geçkin dediler;
Sana çapkın, sana şuh, olgun dediler,
Kalbi bir bir aşk ile dolgun dediler;
Dediler… Hep dediler; diyecekler de…
Seni kim anlayacak; ah, o eş nerede?…
(Kadın Sen Nesin şiirinin son kıtası)
Asiye Müjgan Güvenli 24 eylül 2023
https://catlakzemin.com/24-eylul-1973-sair-ve-kadin-haklari-savunucusu-sukufe-nihal-hayatini-kaybetti/
[1] https://bianet.org/bianet/kultur/111878-mor-kitaplik-sukufe-nihalin-tum-eserlerini-derleyip-kitaplastirdi
Tektaş: Bilim kadını yerine ev kadını olmanın kısa öyküsü
Asiye Müjgan Güvenli 19 Aralık 2022
19. yüzyılın sonunda üniversitede kadınların varolması düşünülemeyen bir bölüme girmeyi başaran, evlilik dışı çocuk doğurmayı göze alabilen Mileva yavaş yavaş aile denilen patriyarkal kurumun içinde sıkışıp kalır.
Albert Einstein uzatmalı sevgilisi Mileva Maric’e nikahtan sonra “Artık tektaş, bir bütün olduk” demiş. (Einstein sözcüğü Ein ve Stein olarak ikiye ayrılırsa “Tektaş” anlamına geliyor.) Marie Benedict Frau Einstein adlı kitabında böyle anlatıyor.
Albert Einstein ile evlendikten sonra onun gölgesinde neredeyse yiten Mileva Maric 1896 yılında Zürich Polytechnische Hochschule’de (bugünkü ETH) matematik ve fizik ögrenimine başlar. O yıllarda Avrupa üniversitelerinin çoğu kadınlara kapalıdır. Zürih kadınları kabul eden ender üniversitelerden biridir. Mileva Maric başladığı sömestirde altı erkek öğrencinin arasında tek kadındır. Kadınlar öğrenime kabul edilseler de üniversiteler hâlâ erkek dünyasıdır. Kadınlar ancak üstün başarı göstererek bu erkek dünyasında var olabilirler o yıllarda.
Özellikle matematikte çok başarılı olan Mileva sömestir arkadaşlarından Albert Einstein’ın hemen ilgisini çeker. Uzun uğraşlardan sonra genç kadının gönlünü çelmeyi de başarır. Birliktelikleri uzunca zaman kahvelerde buluşmaktan ve orada burada gizlice öpüşmekten öteye geçemez. A. Einstein Mileva’dan önce mezun olmasına karşın bir türlü iş bulamaz. Bundan ötürü de evlenmeyi ertelerler.
Mileva’nın mezuniyet sınavlarına hazırlandığı yıl yaptıkları kısa tatilde öpüşmekten öteye giderler. Ve Mileva hamile, Einstein ise hâlâ işsizdir. 20. yüzyılın ilk yıllarında evli olmayan bir kadının hamile olmasi başlı başına bir skandaldır. Hemen evlenmeleri gerekir ama Einstein bunu sürekli erteler. Göze batmaya başlayan karnıyla üniversiteye devam edemeyen Mileva “utancıyla” ailesinin yanına sığınır ve evlilik dışı çocuğunu orada doğurur. Einstein ne doğumda ne de doğumdan sonra Mileva’nın yanındadır. Mileva doğumdan bir süre sonra Zürih’e döner. Ancak doğum, evlilik dışı çocuğunu terk etmek zorunda kalmak, Einstein ile ilişkisini gizlemek zorunda olmak gibi çeşitli manevi baskılarla üniversite bitirme sınavlarını başaramaz.
Evlilik dışı doğan bebek kimi kaynaklara göre evlatlık olarak verilir, kimi kaynaklara göre ise, ki Marie Benedict de bunlardan biridir, kızıldan ölür. Einstein çocuğunu bir kez bile görmez. Avrupa’nın çeşitli üniversitelerine yaptığı iş başvuruları sürekli reddedilen Einstein sonunda Bern’de patent bürosunda çalışmaya başlar ve Mileva ile 1903 yılında iki şahit eşliğinde evlenir. Her iki aile de farklı nedenlerle bu evliliğe karşı olduklarından nikahta bulunmazlar. İlişkilerinin başından beri “biz geleneksel olmayan, bohem bir beraberlik sürdüreceğiz” diyen Einstein nikahtan sonra ev işlerini üstlenen karısının sağladığı rahatlığa karşı çıkmadığı gibi kolayca “uyum” sağlar.
Mileva kocasının yanı sıra iki akademisyenin de dahil olduğu “Akademie Olympia”nın aktif bir üyesi olarak akşamları ev işlerini bitirmiş, evlilikten sonra doğan çocukları uyutmuş bir kadın olarak bilimsel tartışmalarda yer alır. Hatta bazı kaynaklara göre görelilik teorisini ilk kurgulayan Mileva’dır. Bu teoriyi açıklayan makaleyi Mileva, Einstein ile birlikte yazmış olmasına karşın makale sadece Einstein’ın adıyla yayınlanır. (Kimi kaynaklar bunun ortak bir çalışma olduğunu kabul etmez.)
Einstein patent bürosundaki işinden ancak görelilik teorisinin yayınlanmasından sonra ayrılıp akademi dünyasına adım atabilir. Akademik dünyada yavaş yavaş ünlenen Einstein’ın karısıyla olan ilişkileri ise aynı hızla bozulur. Mileva iki çocuklu bir kadın olarak ev işlerinin sıradanlığında boğulurken kocası sıradan olmayan yaşamı sadece kendisi için sürdürür. Bilimin yanı sıra çeşitli aşk maceralarıyla renkli bir yaşam süren Einstein bu evlilikte boğulan karısına şiddet dahi uygular. Ama hemen özür diler!
19. yüzyılın sonunda üniversitede kadınların varolması düşünülemeyen bir bölüme girmeyi başaran, evlilik dışı çocuk doğurmayı göze alabilen Mileva yavaş yavaş aile denilen patriyarkal kurumun içinde sıkışıp kalır. Geleneksel aile yaşamına teorik olarak karşı olan zeki ve karizmatik Albert Einstein ise, evlilik kurumunun erkeğe sunduğu nimetlerden yararlanır.
Einstein ile olan ilişkisinde sadece başlangıçta mutlu olabilen Mileva Maric uzun yıllar ezildikten sonra boşanmanın ardından karı-koca arasında belirlenen nafakayı dahi tam olarak alamaz. Einstein’in Nobel Ödülü aldığı bilimsel çalışmalarda adı geçmeyen Mileva bu ödülün sadece çok küçük bir bölümünü nafaka olarak alabilir. Bununla Zürih’te küçük bir ev satın alıp mütevazı bir yaşam sürdürür. Einstein şizofreni hastalığı olan oğullarının tedavisini de Mileva’nın üzerine yıkar. Mileva Maric Einstein 1948 yılında Zürih’te hayatını kaybeder ve burada toprağa verilir.
Asiye Müjgan Güvenli 19 Aralık 2022
https://catlakzemin.com/tektas-bilim-kadini-yerine-ev-kadini-olmanin-kisa-oykusu/
Savunma Bakanlığı yerine ‟Barış Bakanlığı”
Asiye Müjgan Güvenli 27 Ocak 2022 Çatlak Zemin
Feminist fikirler/düşünce biçimleri sadece insanlar arasındaki ilişkilerde değil, devletler arası ilişkilerde de söz konusu olmak zorunda.
Aristophanes’in M.Ö. 411 yılında yazdığı ve o yıldan itibaren kim bilir kaç kez sahnelenen Lysistrata, erkeklerin baş rolü üstlendikleri “savaş oyunu” hâlâ sürdüğü için, daha uzun yıllar sahneye konulmaya devam edecek gibi görünüyor. Bilindiği üzere bu eserde Atinalı ve Spartalı kadınların seks boykotundan başlayıp devlet kasasına el koymaya varan ortak çabaları, bu iki site arasındaki yirmi yıllık savaşı sona erdirir.
Kadınlar kendilerini kuşatan çeşitli sorunların arasında bir de politikayla mı uğraşmalılar? “Özel olan politiktir” diyorsak, evet başka çaremiz yok. Çünkü her gün dünyanın çeşitli köşelerinde kadınları öldüren mermi de politik. Üretimi, ihracatı, ithalatı, kullanımı tamamen politik. Bu kadınların çocuklarının cepheye sürülmesinin nedeni de her çeşitten silah üreten ülkeler ve bu silahların dünyanın özellikle de neredeyse açlık sınırında yaşayan ülkelerine satılması. Özetle feminist fikirler/düşünce biçimleri sadece insanlar arasındaki ilişkilerde değil, devletler arası ilişkilerde de söz konusu olmak zorunda.
Bu konuda Batı Avrupa ülkelerinde ve Kanada’da bazı küçük adımlar söz konusu oldu. Söz gelimi İsveç 2014 yılından beri feminist bir dış politika izliyor. Ancak eş zamanlı olarak Yemen’deki savaşla ilintili ülkelere silah satmaya da devam ediyor. İsveç’teki hükümet dışı feministler bu durumu tabii ki eleştiriyorlar. Sözde feminist dış politikaya karşın iç politikada göreli feminizm söz konusu olabiliyor. Feminist dış politika Fransa, Kanada ve Meksika’da da dillendirildi. Yenilerde Almanya’nın yeni yönetimi de bunu koalisyon sözleşmesine resmi olarak aldı. Ne var ki bu ülkelerin tümü büyük silah ihracatçıları. Ne demeli? Avrupa’nın bildik çifte moral anlayışı mı?
Patriyarkal ilkelerle işleyen devlet mekanizması, feminist ilkeleri savunan kadınların bu makinede yer almasıyla birden başkalaşacak mı? Söz gelimi devletler arasındaki çelişkileri savaş dışında bir yöntemle çözmek patriyarkal makine için pek “dişi” ve “kadınsı” bulunacağı için hemen reddedilecektir. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği gibi feminist ilkeleri savunan kadınların ve yönetimlerin en iyi olasılıkla iç politikada kadınlar lehine iyileştirmeler yapmaları söz konusu olabilir. Buna rağmen bu adımları önemli buluyorum.
Ancak şunu da eklemek gerekiyor ki, yönetimlerde feminist kadınlar en azından yarı yarıya yer almadıkça önemli değişiklikler beklemek boşuna olur. “Reel politika” denilen olguyu da unutamayız. Hatta bundan etkilenebilecek feministlerin olabileceğini de. (Bu konuda feminizmle doğrudan bağlantısı olmayan ama reel politikanın nasıl işleyebileceğine ilişkin bir örnek verebilirim.
İsviçre’de Türkiyeli bir Kürt kadın federal mecliste bulunuyor. Kamuya açık bir toplantıda yabancı kökenli bir milletvekili olarak ayrımcılık yaşayıp yaşamadığına ilişkin soruya verdiği cevap “Ben bir politikacıyım. Bu konuda cevap veremem.” olmuştu.)
Lysistrata’yı düşündüğümüzde geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan feminist barış hareketi, silahsızlanma ve militarizmin baskı mekanizmalarının yok edilmesi taleplerini, “erkek devlet” mekanizmasının içinde yer alarak uzun erimli bir mücadelede ilerletebilir. Bu mücadelede vicdani red, barış anneleri, ordusuz devlet hareketi, barış akademisyenleri, her renkten feminizm ve benzeri eğilimlerle birlikte olunabilir.
“Uzun erimli mücadele”nin altını çizmek isterim. Söz gelimi Rusya devlet başkanı kadın Putin, ABD Dışişleri Bakanı kadın Blinken olsaydı da bu iki devlet arasındaki ilişkiler bugün olduğundan daha farklı olmayacaktı. BM’in yirmi bir yıldır “Kadınlar, Barış ve Güvenlik” adlı kararına karşın barış dünyadan hâlâ çok uzak. Ancak bu tür uluslararası kararlar-belgeler, sivil toplum örgütlerinin ve tek tek bireylerin devletlere baskı yapma olanağını genişletir. Aynen “İstanbul Sözleşmesi” örneğinde olduğu gibi. Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ni tanıdığında da ülkede kadınlar öldürülüyordu. Ancak bu Sözleşme kadınları güçlendirmişti de. Bu nedenle istemiyor muyuz İstanbul Sözleşmesi’nin tekrar tanınmasını?
Feminist bir dış politika, antimilitarist bir dış politika, polis devleti hedefinden sıyrılmış bir iç politika, kadınların yaşamını pek çok açıdan iyileştirebilecek mali kaynak anlamına gelir. Bakım hizmetlerinin ve ev işinin karşılığının ödenmesi, öğrenim olanaklarının genişletilmesi, regl günlerinde çalışılmaması ve ürünlerinin ücretsiz olması bunlardan bir kaçı olarak sayılabilir.
Yazının başlığına dönersek: Savunma Bakanlıklarını “Barış Bakanlıklarına” dönüştürmek gibi bir harika düşünce için 33 yaşındaki feminist politolog Leandra Bias’a teşekkür etmeliyiz.
27 Ocak 2022
Çatlak zemin
Cinsiyetçi ideoloji ve Feminizm
Asiye Müjgan
Kadınlar bütün bir cins olarak, erkek egemen ideolojinin boyunduruğu altında, bu ideoloji tarafından belirlenir durumda bulunuyorlar. Erkek egemenliğinin hem ideolojik yapısının, hem de toplumsal formasyonlara eklemlenen sistemleşmiş yapısının belirleyici niteliğe kavuşmasının ciddi bir mücadele gerektirmiş olduğu varsayılırsa, varılmış olan erkekler lehine başarısının, iki cinsin uzlaşması olarak da anlaşılması gerekir.
Erkek egemenliği ya da aynı anlama gelmek üzere kadınların belirlenen cins konumunda bulunmaları, kadın cinsinin consensus'unu gerektirir ve böyledir de. İkinci cins konumu, kadın cinsi tarafından, esasolarak, rıza ile benimsenir. "Aklı kısadır" ama "saçı uzundur". Uzun, ışıl ışıl ipeksi saçlar erkeklerin hiç aklından çıkmayan, neredeyse hayranlık duydukları, sevimli iltifatlar yağdırdıkları en "hoş" kadın yanlarından biridir.
Erkek işine karışmaması kuraldır, ama "elinin hamuru" bütün bir aileyi doyurur. "Eksik etektir", ama eteğinin altında erkeklerin "süreceği" çok verimli bir "tarla" vardır. Kadın hem zevk aracıdır, hem namus; uğruna hapis yatılır. Kadın sevgilidir; anadır, cennet ayaklarının altındadır.
Erkeğin egemen olma mücadelesi nasıl gelişti; erkek egemen ideolojinin yerleşmesi nasıl bir seyir İzledi; cinsiyetçi sistem toplumsal formasyonlara nasıl eklemlendi? Bu soruların tartışmasını-kendi açımdan- daha sonraya erteleyerek, denilebilir ki, cinsiyetçi ideoloji doğal ve toplumsal nedenlerle kadın cinsini yok etmeye yönelmediğine göre, bu cinsin de rızasını da alacak biçimde hegemonya kurdu.
Cinsiyetçi ideoloji ve erkek egemenliğinin, kadınları ikinci cins olarak belirlerken, onlara bazı "hoşlukları" da bahşederek uzlaşma noktasını bulmuş oldukları söylenebilir. Mücadelenin yitirildiği bu noktada ise, kadınların konformizminin başladığını söylemek yanlış olmaz. Kadınların ikinci cins konumuyla uzlaşmaları, onların bu konuma uygun yaşamalarını da beraberinde getirir.
Ancak, kadınların içselleştirerek savundukları, yaşam biçimi olarak uygulayageldikleri, yeniden ürettikleri erkek egemen ideoloji verili erkek egemen ideolojinin aynı değildir. Egemenin, egemenliğini sağladığı uzlaşma noktasındaki kadını hoş tutma yanı, kadınların avuntusu olarak erkek egemen ideolojiyi benimsemenin yolu olur.
Adem Hava’ya der ki:
"Hadi bakalım, ben şu elmayı yerken sen
bahçeyi sula. hayvanları say. yemeği
hazırla ve kendine çeki düzen ver.
Yılanı beslemeyi de unutma."
Erkek egemen ideoloji, kadınların ikinci cins konumuna tabi olmasının, bu konuma uygun kılınmasının deneyimi olması nedeniyle ikili bir karaktere sahiptir. Aynı ikili karakter, kadınlar için de geçerlidir. Kadınlar ikinci cins konumuna tabi kılınmanın gerekli niteliklerini taşırken, öte yandan, erkeklerle aralarındaki farklılığın, kendileri aleyhine bir farklılık olduğu bilincine varma sürecini de yaşa(yabili)rlar.
Feminizmden sözedebileceğimiz ilk nokta bu olabilir. Feminizm, kadın ve erkek arasındaki farklılıkların algılanması ve değerlendirilmesini içerir. Ayrıca, erkek egemenliğini aynıyla-bu kez kadınlar lehine- üretmeye ve o egemenliği kullanmaya değil, ona karşı direnmeye eğilimlidir.
Feminizmin, sınıf ideolojileriyle olan farklılığı bu noktada daha iyi anlaşılabilir.
Çünkü feminizm, erkek egemenliğine karşı direnişin ve bu egemenliğin yok edilmesinin koşullarını özleyen bir ideoloji olarak, bu çerçeve ile sınırlıdır. Sınıf ideolojileri gibi ayrıntılı toplum projelerine sahip değildir, olamaz da.
Çünkü;
- Feminizm bir cins ideolojisi olarak, ya da aynı anlama gelmek üzere ikinci cins konumundan sıyrılmayı öngören bir ideoloji olarak, belli-farklı toplumsal formasyonlar içinde varolur.
- Feminizm bir cinse özgülüğü nedeniyle, toplumsal formasyonunun üretim biçiminin tarihsellik ve maddiliğine içsel olarak indirgenemeyen bir tarihsellik ve maddiliğe sahiptir. Feminizmin tarihselliği ve maddiliği, kadın cinsinin sömürülüşünün ve baskı altına alınışının bugüne dek evrilerek gelen sürecine içkindir. (Ancak tarihin belli bir sürecinden sonra ikinci cins konuma düşen kadınların bu duruma karşı baştan beri direnmediklerini varsaymak için hiç bir haklı.gerekçe olamaz.)
- Ayrıca feminizm, bütün diğer ideolojiler gibi, güçleri ve konumları farklı olan sınıflarca kurulan kapsamlı bir toplumsal iktidar sistemi içinde kayıtlı olarak bulunması nedeniyle, içerisinde varolduğu toplumsal formasyondaki sınıf ve ideolojilerle de çeşitli düzeylerde bağlantılara sahip olur.
Toplumun yarısını oluşturan bir cinse karşılık düşen bir ideoloji olarak feminizm ile toplumdaki diğer sınıf ideolojilerinin ilişkisi, sınıf ideolojileri açısından bir yarışma ve eritme süreci anlamına gelir. Sosyalist ideolojinin maddi güç olma sürecinde, burjuva ideolojisinin ise verili sistemin sürdürülmesinde sınıf öznelerine ihtiyaç duyması çok anlaşılır bir durumdur. Ama soruna cinsler açısından bakarsak, her iki sınıf ideolojisinin de özneleştirmek zorunda olduğu kadın cinsiyle ilişkisi yarışmacı ve eritmeye yönelik bir tutum olarak belirir.
Sınıf ideolojilerinin, feminizme olan bu ilişkisine karşın, tam da bu nedenle ve kadınların toplumdaki çeşitli sınıflara kayıtlılıkları nedeniyle, bu ilişki çeşitli eklemlenme biçimleri içinde varolur. Tam tersinden erkek egemen ideolojinin, farklı toplumsal formasyonlardaki farklı egemen ideolojilerle eklemlenmesi gibi.
Erkek egemen ideoloji de, feminizm de sınıf, ulus, renk, ırk, din ötesi bir özellik taşıyor. Birincisi kadın cinsinin ikincilliğini öngörerek bütün erkek cinsine üstünlük sağlarken, ikincisi egemenliğe direnmeyi ve egemenliği yoketmeyi öngörerek bütün kadın cinsine eşitlik, özgürlük, kurtuluş yolunu açıyor, ya da bu yo
lu açma potansiyel ve olanaklarını sağlıyor. Bu anlamda feminizm, kadın cinsine özgülüğü çerçevesinde bütünlüklü bir ideoloji niteliğine sahip bulunuyor. Feminizm içi ayrımlar ise bu bütünlüklü olma halinin karşıtlığına değil, kadınların farklı toplumsal sınıflara kayıtlı olma durumlarına işaret ediyor. •
1990 Kaktüs Sayı 11
Kadınların Kurultayı (!)
Asiye Müjgan, Fatma Mefkure, Nalan Çağlar
Kadınların Kurultayı (!)
Asiye Müjgan, Fatma Mefkure, Nalan Çağlar
Kurultayın hemen sonrasında kurultay öncesi hazırlık süreci ve kukultay üzerine çok sözümüz olduğunu düşünüyorduk. Zaman süzgeci çoğunu götürdü.
Kurultayın başlangıcında, kurultayı kimlerle birlikte organize etmek gerekir sorusunun yanıtından başlayan uyumsuzluk, kurultayın sonucunu göstericiydi, kurultayı niçin istiyoruz, ne bekliyoruz sorusunun yanıtında aynılaşamadık. Ve belirleyici olan kurultayın mutlaka yapılması,
ayrışmaların kurultayın yapılmasının önüne geçmemesi oldu. İyi gibi görünen bu yaklaşım, sonrasını düşünürsek, "bile bile lades"di. Bu aynılaşamama kendini net olarak tüm süreçte gösterdi. Hangi
kadınlarla organize edelim,birlikte kotaralım, "Papatyalar niye gelmesin"den, Sibel özbudun'un "İslam radikalizmini benimseyen kadınlar kendilerini samimi olarak sorguluyorlar, onları da çağıralım"a kadar
genişletti bizi. Niye? Çünkü bizim vardığımız ortaklığın (aynı masa başında
bulunmak, kurultayın toplanmasını istemek) tanımı net değildi. Belirsiz, şekilsizdi. Kurultayı gerçekleştirememe telaşı ile sarmak zorunda olduğumuz ortaklıklar diye varolmamızdı.
Kurultay hazırlık süresinde ve kurultayda tartışıp, tanışacaktık, verimli bir süreç yaşayacaktık, önemli olan böyle bir geniş yelpazenin birbirine kendini anlatması, aynılık ve ayrılıkların böylece birlikte olabilirliğin zeminini kavramaktı. Bunun olanakları var mıydı?
Düşünsel olarak vardı diyelim. Ama Stella'nın, "Düne kadar benimle ya da şu masadaki bir başkaları ile hiç bir şekilde birlikte olmayacaklarını söyleyenler, bugün ben görüşümü değiştirmediğime göre, benimle ne üzerinden birlikte olmak istemektedirler? Bugün benimle birlikte olmalarını sağlayan değişimi ifade etsinler" istemine, "bunları kurultayda tartışacağız" örtüsünü örtebilen bir çoğunluk iki günde acaba neler üretebilip? Neler yakalar?
"Kurultay anlamlı, orada herkes özgürce kendini ifade edecek, bunları tartışmak çok önemli değil'lerle girilen bir kurultay sürecinden sonra, kurultayda yaşananlar sürpriz sayılabilir mi?
O daracık bir araya gelişte, ayrılık olmasın diye düştüğümüz şekilsizlik, o kocaman kalabalığımızda kendini nasıl gösterir? Şekilsizlik, herkesin kendi şeklini verme çabası ve sadece kendi varmış gibi davranmasını, hesapsız hesap sormalar vb. olarak gösterir. Bütün kadınlar tebliğ verebilir denmesine karşın, feministlerin tebliğlerine tahammülsüzlük olarak gösterir. Birileri çıkıp ben anti-feministim ve sizinle olmak istemiyorum, sizi dinlemek istemiyorumu söyİeme olanağına sahipken, hem kurultayı bazı feministlerle düzenleyip, bildirge hakkını herkese açık tutup, hem de feministler konuşurken o kadar 'celallendi'? Feminizmi hiç tanımıyorlardı ve kürsüden feminizm konuşunca birden galeyana geldiler herhalde! İndirgemeci sosyalistler sadece feministlere celallenmediler, ya da sadece feminist bulduklarına kızmadılar, kendi dışlarındaki slogan ötesi söz söyleyen her konuşmacı kadına (aralarında sosyalist kadınlar da vardı, da öfkelendiler. Ve ne büyük talihsizlik ki bunları sosyalizm adına yaptılar. Ve biz sosyalist kadınlar, bu maledilmişlikten ötürü rahatsızlık duyduk.
Sosyalizmi özümseyememiş, cinsiyetçi sözünü cinsiyetçi Jargçn diye reddedip taraf olamayan, demokrasi anlayışlarının sınırları Reha İsvan'ın soğan, mutfak saati ile başlayan, söz kesen, tartıştırmayan, yuhlayan, konuşmacıların kağıtlarını yırtarak süren, yasakçılık yapan, bir travestinin
konuşmasına bırakın saygı, sevgi ve ilgiyi tahammül bile gösteremeyen kafa sosyalist olamaz.
Ayşe alkışlanmaz, travesti -hele de fahişe ise- asla sosyalistlerin var olduğu bir platformda konuşturulmaz, "özel mülkiyetin kollektifleştirilmesi kadın kurtuluşunun sadece önünü açar" alkışlanmaz, "Fazla söze gerek yok, kadınları sosyalizm kurtaracak" alkışlanır, Reha İsvan'ın 19 Mayıs
bağlantılı konuşması alkışlanır, kadın kurultayı işkence sempozyumuna evrilir, alkışlar doruk noktasındadır.
Ölçüleri böyle bir kalabalığa, sadece ekonomist ve indirgemeci sosyalist demeye bile dilimiz, varmıyor. Dinlemeye, tartışmaya, anlamaya değil, söyleyecek sözü olmayanların tepkiselliğini göstermeye gelmiş bir kalabalığa bir de teknik sorunlar eklenince (atelye çalışması yapılamaması,
3-5 dakikalık süreler) tartışamadık.
Sonucunu göre göre yaşadığımız bir süreçti bu. Belirsizlik, tanımsızlık sonucu oluşan bir kaos ve bu kaostan niyetleri ve buna yönelik hazırlıkları farklı olanlar için bin "galibiyet". Ve birileri bu "galibiyetin" altını, feministleri hiçe sayarak ve onlara karşı bu alanda var olduklarını kanıtladıkları
biçiminde dolduruyorlarsa -ki öyle- çok yazık.
Kimin neyi ne kadar doğru söylediğinin ölçütü kurultaya "damga vurmakla olmaz. Kurultay sonucunu önceden kestirmemize rağmen, organizasyonda yer almadan tebliğ vererek, olabilecek tartışmalara katılmak istedik. Ama yasakçılığın, anti-demokratikliğin bize soluk aldırmaz olduğu noktada, kurultayı terkederken o ana kadar kalmış olmanın pişmanlığını da yoğun olarak yaşadık.
Sonuçları itibarıyla, kurultaya girerken bildiklerimiz ötesinde bir şeyleri tartışamadık. Söylemini bilmediklerimiz de üst başlık dışında bir şey söylemediler. (zaten 5 dakika içinde ne söylemek ne de tartışmak olanaklıydı)
Yani yakınlar yine yakın, uzaklar yine uzak ayrıldık. Yanlış anlaşılmasın, birlik beklemiyorduk. Ama bu uzaklık ve yakınlıkları biraz daha iyi kavrayabilmemiz söz konusu olabilirdi. Bildiğimizi bir kez daha bildik. Biraz sıfıra sıfır gibi.
Zaten biraz tanışan, ortak iş üreten kadınların bu bir araya gelmişliklerini çok daha ciddiye almaları gerektiği gibi bir ders düştü bizim payımıza.
Kurultaydan bir saflaşma çıktığını düşünmüyoruz. Çünkü 1. görüş, baştan kendilerinin ifadesini bulamayanlardan, kurultayı yaşarken terkedenlerden, terkedip yürütmede kalanlardan ve hiç terketmeyenlerden oluşuyor.
Yani yine, belirsizliklerimize ciddiyetle yaklaşmadığımız noktada, bu konuda ısrarlı olmadığımız noktada yanyana gelmiş olmanın sağladığı konumu yitirebiliriz. Bugün bunu söylemezsek, yarın "sürprizin acısını yaşamamız kaçınılmaz olur. Ayrılık ve aynılıklarımızı saptamadan birlikte
olmamızın olanaksız olduğunu asla unutmamak bizi yapay birliklerin hüsranlarından koruyacağı gibi gerçekten olabileceğimiz her durumda yan
yana gelmemizin biricik yolunu açacaktır.
1989 Kaktüs Sayi 8
Siyah Protesto
Asiye Müjgan-Fatma Mefkure-Nalan Çağlar
Siyah Protesto
Asiye Müjgan-Fatma Mefkure-Nalan Çağlar
Yapılacak işin ve niyetlerin "iyi" olması, zaman zaman insanları çoşkunun egemenliğine hapsediyor galiba. Kadın ve insan olarak, hapisanelerdeki şiddete protestoyu dile getirebilecek daha etkin bir kanal bulamayınca, " kadınlar olarak ses çıkarma" noktasının "Kadın Kurtuluş Hareketi" çizgisine bir kalem oynatışla getirilebilmesini başka türlü açıklayamıyoruz.
"Kadın Kurtuluş Hareketi" denilen şeyden o bileşimin ne anladığı, ne anlamadığı meçhulken, böylesi iddialı tanımlamaların, -dürüst, açık politika gereği- yarına da yükleyebileceği "veballer" nedeniyle yerli yersiz kullanılmasına karşıyım; böylesi tanımlanmamış ama adlandırılmış bir aidiyet içine girmeye karşıyız.
Bir türlü gündeme girmediği -giremediği- için fırsatını bulmuşken 'teorik" yanını çekiştirmek istememizin ötesinde, siyah protesto güzeldi. Siyah protestonun, cezaevlerindeki şiddete karşı çıkarken, aynı olayı protesto eden indirgemeci sosyalistlerden farkı, "ana-eş-kızkardeş" belirlenmişliğinin dışından bir noktadan başlaması ve şiddeti tanıyan bir taraf olarak bağırmayı sürdürmesi oldu.
Ne ki, olması gereken koşullarda, insan hakları mücadelesi içinde kadın ya da erkek, tek tek insanlar olarak yer alınabilmesi ve kadın hareketliliğinin de bu mücadeleye -hiç baş role soyunmadan- omuz
verdiğini göstermesi sözkonusu olması gerekirken, fili durum bunun tam tersi oldu.
İlan protestoculuğunun dışında tepkilerini dile getirmek için kanal bulamayan tek tek kadınlar, bu çaresiz ortamda, birbirlerini buldular. İyi de ettiler. Ama yanlış olan, bu buluşma noktasının kadın hareketine mal edilmesi oldu. Buluşabilen kadınların, cezaevindeki şiddeti Protesto etmek
için kadın hareketi, kadın kurtuluş mücadelesi gibi bir ada gereksinimi yoktu gerçekte. Yine siyah protesto gerçekleştirilebilirdi, yine belli odaklara öneriler götürülebilirdi, reddedilebilirdi, yine kadınlar bir başlarına kalabilirlerdi, ama tek tek kadınlarla buluşmalarını, tek tek erkeklerle
buluşmalarla da sürdürebilirlerdi. Bu durumda, cezaevindeki şiddeti protesto olayı "Kadın Hareketi'nin" Kadın Kurtuluş Hareketi'nin omuzuna yıkılmazdı.
Çünkü bu noktada şöyle bir tehlike var. Kadınlar şiddeti, ezilmeyi yakından tanıyan bir cins olarak, bizim toplumumuzda hiç eksik olmayan şiddetin ve ezilmenin çeşitli biçimlerine karşı çıkmaktan, kendi üzerlerindeki baskı ve şiddete karşı çıkmaya vakit .bulamayabilirler.
1) Cezaevlerindeki şiddete karşı genel bir insan hakları mücadelesinin olması koşulunda tek tek kadınların erkeklerle birlikte o mücadelenin unsurları olarak yer almak ve kadın hareketliliği, 1. görüş kadınları ya da benzeri -alçakgönüllü- bir adla yaşananın alanımıza değdiği durumda
bağlantıları ile deşifre edip, değmediği durumda da bir muhalefet odağı olarak mücadeleye omuz verildiğini açıklamak ve
2) Genel bir insan hakları mücadelesinin olmadığı durumda ve bu nedenle protesto arayışı içine giren kadınlar -ama bu kadınların, bu noktada, aynı arayış içinde bulunan erkeklerden hiç farkı yok- olarak protesto etmek birbirinden farklı şeylerdir.
Birincisinde omuz verme gerekçesinin kadın hareketliliği için "şiddet karşısında taraf olmak" ile açıklamak siyah protestonun çıkış ve gelişimi açısından tam bir uygunluk taşımamakta. Kadınların yaşamında varolan şiddet olgusunun değişik biçimlerinin kaynağı devlettir. Bunun bilincinde
olarak şiddetin bir başka biçimine karşı çıkmak kendi yaşadığımıza karşı çıkmak anlamını taşır.
Bu nedenle, siyah protesto cezaevlerindeki şiddeti protestoda çok güzel bir çıkışı ifade etti. Ayrıca öğrettiği şeyler de oldu. Kadın hareketliliğinin bu protestodan ötürü kazanç ve kayıplarının neler
olduğunun sergilenmesi öğretici. Öte yandan, bireyler bazında, insanların kendilerini etkin-yaptırımcı bir çıkışa dahil edemediği koşullarda nasıl davranması gerektiği konusunda da bundan böyle daha iyi şeyler yapabilmeyi düşündürttü.
Siyah protesto doğrudan kadınla ilgisi olmayan şiddeti hedeflemesi nedeniyle, doğrudan kadınla ilgisi olmayan şiddeti ya da herhangi bir şeyi hedeflemeyi esas iş edinmiş diğer bazı indirgemeci sosyalist kadınlarla, bunların dernekleriyle bu aynı noktada buluşulabilirdi.
Kurultay 1. görüşü olarak adlandırılan bileşimin tanımının açıklıkla yapılamaması nedeniyle bu bileşimin, bünyesine, katılımı kesin bir çizgiyle reddetmesini anlaşılmaz buluyoruz.
Ki Kurultayda görüşlerin böyle kabaca 1. ve 2. olarak ayrışmasında esas dönüm noktasını ikinci gün kurultayı terkedenler ve etmeyenler olayı oluşturuyor. Çok gariptir ki, 1. görüşten oluşan ve bir süre sonra KKH imzasını rahatlıkla kullanan bu bileşim bir kısmı kurultayı terkedenlerden, bir kısmı kurultayı terkedip yürütmeden ayrılmayan ve bir kısmı da hiç terk etmeyenlerden oluşuyor.
Aynı şey, Avrupa sosyal şartı olayında da yaşandığı için, bu noktanın altını özellikle çiziyoruz.
Kaldı ki, kadın bilinçli kadınların, kadın politikası yapan kadınların kadın hareketinin gelişimi ve geleceği için, ülkemizde hala çok yaygın olan, indirgemeci anlayışla mücadele gibi dertleri olmalı. Bu mücadelenin kuşkusuz çeşitli biçimleri vardır. Ve sanırım bu biçimlerden biri de indirgemeci sosyalist kadınlarla yer yer birlikte olmaktır.
Salt yan yana oluş, kupkuru okunduğunda elbetteki bir şey ifade etmez. Siyah protesto ile örnekleyecek olursak, indirgemeci sosyalist kadınların, kadın ekseni dışındaki eksenlerde
kadın derneği kadın grubu vb. adlarla çaba gösterme eğilim hatta anlayışları bir gerçeklik. Cezaevlerindeki şiddeti protesto çabaları da bu çerçevede biçimlendi. Ne var ki, bunların dışında siyahlı kadınların protestosu şiddeti yakından tanıyan bir taraf olmalarıyla ilişkilendirildiği için
farklıydı.
İşte sonuç olarak, kadınlar aynı olay çerçevesinde farklı yaklaşımlarla yanyana olabilselerdi, kuşkusuz indirgemeci sosyalist kadınların hiç değilse bir bölümünün öğreneceği birşeyler olacaktı.
Ya da salt bu yanyana gelişten somut bir öğrenme gerçekleşmeyecekti, ama bir, üç, beş derken öğrenmelerinin sağlanmayacağını kim öne sürebilir ki?
Unutulmamalı, indirgemeci sosyalistler de 78'lerde, 84'lerde bulundukları düzeylerden şöyle ya da böyle farklılaştılar. Değişim biraz da sürecin hareketliliğine bağlı.
Ve bir küçük not: Cezaevlerinde şiddete maruz kalanların çoğunluğunu
erkekler oluşturuyor ve yanılmıyorsak Eskişehir, Aydın, Nazilli cezaevlerindekilerin tümü erkekti. Ezici çoğunluğu "erkek" olan tutuklular. İçlerinde karısını dövmüş olan erkeklerin bile olduğu tutuklulara karşı uygulanan şiddeti protesto ederek bu erkek kitlesiyle bir anlamda yanyana duran kadınların, onların dışardaki uzantıları denilebilecek kadınlarla yanyana durmaya karşı olmaları da zaten garipi değil mi?
Kaldı ki, inanıyoruz, daha üç yıl önce, bir taşra hapishanesinde değil, -bazı durumlarda bu bile ölçüt haline gelebiliyor- İstanbul hapishanesinde 8 Mart'ın da o bilinen anma programına dahil edilmesi önerisine nasıl ilkel bir yaklaşımla karşı çıkıldığını anımsamama karşın, o aynı karşı çıkışçılar
bugün aynı noktada değiller. Son yıllarda özellikle feninistlerin ve kadınların pek çok tutumunun ve son siyah protestonun onları değiştirici etkiye sahip olduğunu düşünüyoruz.
Siyah protesto, belki indirgemeci sosyalist kadınlarla da birlikte olunabilecek bir zemindi. Onların bu zeminde olmak isteyip istemeyecekleri tartışması bir yana, burada asıl olan bu konudaki anlayışın ne olacağı.
Anlayış sorunu öne çıkarıldığında "ya bizim zemini delici davranışlarda bulunurlarsa, nitekim 8 Mart'ta olmadı mı?" gibi gerçekler, anlayış öne çıktıktan ve anlayış birliği sağlandıktan sonra tartışılabilir şeylerdir.
1989 Kaktüs Sayi 8
DEMKAD Taciz Ediyor
Asiye Müjgan - Filiz Karakuş
DEMKAD
Taciz Ediyor Asiye Müjgan - Filiz Karakuş
"Eşi parti başkanlığı yapan bir kadının, politikada yerini alması kadar doğal bir şey yoktur."
(DEMKAD)
Adında "kadın" sözcüğünün geçmesi dışında kadın cinsiyle ilgisi olmayan DEMKAD'ın bu açıklaması son günlerin en önemli incilerinden biri galiba. Gerçekte DEMKAD'ın "kadın" ile çok ciddi bir ilgisi var. Ama tersinden bir ilgi.
DEMKAD, "kadın"ı tam da erkek egemen anlayışla tanımlıyor... Kadın belirlenendir; özne değil, nesnedir. Kadını belirleyen erkektir; Elena'yı belirleyen Nikolay'dır. Parti başkanı Nikolay'ın karısının politikada yer almaması olanaksızdır. Elena, halkın "ana"sıdır.
DEMKAD'a göre, kadınların toplumdaki yeri tarihsel, dini, kültürel nedenlerle geridir ve kadının devrimci mücadeledeki yerinin sağlamlaşması, kadınların mücadeleye katılımının hızlanmasıyla sorunların nesnel temelleri hafifleyecek ve yok olacaktır.
Kadınların cinsiyetlerinden ötürü ezildiklerini ve sömürüldüklerini söyleyen biz "narin ruhlu çuvaldızlı feministler"e göre ise, kadın kurtuluşunun önündeki, DEMKAD ve benzerleri gibi çok ciddi engeller temizlenmedikçe kadınların özgürleşmesi asla mümkün olmayacaktır.
Türkiye'deki işsizlik oranını biliyoruz. Ama kadın kurtuluş mücadelesinde yer alırken, bu işsizler ordusunun çoğunluğunun kadın "neferlerden oluştuğunu, hatta çalışabilir yaşta bulunan kadın nüfusunun, aile içindeki belirlenme ile ev kadını olarak tanımlanması nedeniyle, işsizler hanesine yazılmadığını da biliyoruz.
Kadıköy vapuruyla seyahat etmeyen milyonlarca kadın olduğunu da biliyoruz. Ama kadınların Kadıköy vapurunun dışında otobüste, trende, sokakta, fabrikada, büroda, hastanede, hapisanede, elle, gözle, sözle cinsel tacize uğratıldığını, evde koca ya da yakın akraba erkekleri tarafından ırza geçmeye varan cinsel tacizler yaşadıklarını da biliyoruz.
Biz 15'inde fabrikaya giren, ama evlenince kocası tarafından işten çıkartılan, hamilelik nedeniyle işten atılan, cinsel tacize uğradığında ya susan ya da sesini yükselttiği için iş akdi feshedilen işçi kadınlarla aynı "soy"dan değiliz. Ama aynı cinsteniz. Kadın olduğu için sigortasız çalıştırılan, kadın olduğu için nitelik gerektirmeyen ya da az nitelik gerektiren işlerde çalışıp daha az ücret alan, üretime katılmanın yanı sıra esas olarak ev kadını statüsünde bulunması nedeniyle karşılığı
ödenmeyen işgücü harcayan, kocanın, çocukların ve yaşlıların bakımını da üstlenmek zorunda olduğundan sendikaya uğramaya bile zaman ayıramayan kadınlarla aynı cinsteniz.
Biz ezilen cins, sınıf, ulus ya da çeşitli gruplar üzerinde uygulanan şiddetinbaskının türü ve derecesi arasında ayrım gözetmiyoruz. Ancak baskı ve şiddetin türü ve yöneldiği kesime bağlı olarak, karşı mücadelenin de buna uygun yürüyeceğini
biliyoruz. Biz kadın kurtuluş mücadelesinde yer aldığımızda kocası kaçak olan kadına yapılan sperm muayenesini, karakoldaki ırza geçmeyi, bekaret kontrolünü gündemimizin esas maddeleri olarak, diğer ezilme ve baskı görme biçimlerini de dayanışma bağlamındaki gündem maddeleri olarak belirleriz.
İşçi sınıfının mücadelesinin asıl özneleri kadın kurtuluşçuları olmadığı gibi, kadın kurtuluş mücadelesinin asıl öznesi de işçi sınıfı değildir.
Ama işkencede sakat bırakılma ile kadının aile içinde ırzına geçilmesinin, koca dayağından ötürü yüzünün morarmasının arasında özde fark yoktur. İşkencenin dahi kanıksanır hale geldiği bu ülkede, "ananı..." diye başlayan küfürlerle yaşanan cinsel tacizin olağan bulunması anlaşılmaz bir durum değil. Ne var ki, çok tehlikeli bir durum.
Biz, ne kadınların namusunun bedenleriyle eş anlama geldiğini düşünüyoruz, ne de mor iğnelerle namus korumak gibi bir niyetimiz var. Biz, elle, sözle, gözle tacize uğradığımızda bu durumu utanç olarak yaşaması öğretilen kadınlar olarak, haykırmayı savunuyoruz. Utancı bize ait olmayan cinsel tacizi teşhir etmeyi, susmamayı, tepki göstermeyi, mor iğneleri mütecavize batırmayı savunuyoruz.
"Bedenimiz Bizimdir-Cinsel Tacize Son" Kampanyası çerçevesinde kadınların, gece tümüyle erkeklere ait olan sokaklara çıkmalarının, meyhane-birahane-kahvehanelere gitmelerinin burjuva basınınca çarpıtılmasında, bizce tuhaf bir yan yok. Bu basın neleri çarpıtmadı ki? Hele de işin içinde kadın olursa, haber hemen magazinleşmez mi? Her operasyonun ardından, kadınların fotoğrafları "azgın dişi militanlar", burjuva meşruiyetine uygun bir biçimde nikahlı olsalar dahi karı-kocalar "devrim nikahlı" olarak lanse edilmedi mi? Açlık grevlerinin ölüm sınırına geldiği günlerde bu olaydan iki satırla söz eden gazeteler, çocuklarını desteklemek amacıyla grev yapan kadınları "acıklı" pozlarla öne çıkarmadı mı?
Biz burjuva basınının bu cinsiyetçi çarpıtmalarını garip karşılamadığımız gibi,
Yeni Çözüm Dergisi'ndeki "emeğin ve kavganın kadınları" DEMKAD'ın açıklamasını da garipsemedik. Kadın kurtuluşunun önündeki cinsiyetçi kapitalist engelin kaldırılmasından sonra da sürdüreceğimiz anti-cinsiyetçi mücadelenin ne denli çetin geçeceğini bir kez daha anımsadık sadece.
ÇUVALDIZI KENDİNİZE İĞNEYİ BAŞKASINA...
Sayın çuvaldızlı feminist hanımlar!
Siz yüzde otuzu işsiz, insanlarının bir Avrupalıdan on kat daha geri bir yoksulluk içinde yaşadığı, konut bulamadığı, doktora gidemediği, eğitim göremediği, beslenemediği, binlerce insanın işkenceden geçirilip hapsedildiği veya özgürlük istediği için katledildiği bir ülkede Kadıköy vapuruyla seyahat etmeyen başka kadınlar olduğunu biliyor musunuz?
Siz 15 yaşında girdiği fabrikadan emekli olmadan kapı dışarı edilen, üç kuruşa sefil gibi çalıştırılan kadın işçilerle aynı soydan mısınız? Karakollarda işkence ile ırzına geçilen kızların, 70'inde işkence gören ihtiyarların öfkeli onurları sizi hiç ilgilendiriyor mu? Sokak başlarında, dağlarda katledilen, ana-babaları işkenceden geçirilen kız-erkek devrimcilerin parçalanmış cesetleri sizin bir bakıştan rahatsız olan narin ruhlannızı daha mı az etkiliyor? Siz hiç evlatları kayıp analar gördünüz mü? Yüz binlerce fahişe yaratan bu düzenin sizin o çok 'etkili' namus koruma iğnelerinizden pek hoşlandığını renk renk burjuva basınının fotoğraflarından anlamıyor musunuz?
Yoksa siz bu ülkenin halkıyla dalga geçen meyhane muhabbetçileri misiniz?
DEMKAD
Demokrasi için Kadın Derneği Yeni Çözüm, Aralık 89
1990 Kaktüs Sayi 10
Evlilik herkes için
Evlilik herkes için
Bugüne dek İsviçre'de sadece heteroseksüeller için hak olan evlenme, çocuk sahibi olma gibi haklara artık lgbtqia+ bireyler de sahip. 26. Eylül 2021 günü yapılan halk oylamasında 64% çoğunlukla bu bireyler de artık bu alanda eşit yurttaşlar oldular.
Halkoylaması öncesinde sağcı ve dinci kesim özellikle bebekler-çocuklar üzerinden antipropaganda yapmış olmasına karşın lgbtqia+ bireylerin 64% le de olsa nihayet bu haklarına kavuşması elbette ki çok sevindirici. Ama bu demek degil ki, 27 Eylülde nikah dairesine gidebilecekler. Bu hakkin yasalaşması için biraz daha beklemeleri gerekiyor.
Öte yandan özellikle yabancılarla evlenecek olanlar için sorunlar, yabancılarla evlenen heteroseksüellerin karşılaştıkları sorunlardan, muhtemelen, daha ağır olacak.
Her şeye karşın, kutlanası bir sonuç.
26.9.2021 Asiye Müjgan Güvenli
Beyaz feminizm ve öteki feminizmler
Asiye Müjgan Güvenli -15 Temmuz 2020
İsviçre’de bu yılki eylemler “feministler arasındaki islamofobik ayrımcılık” tartışmalarını gündeme getirdi. Sanırım dünya ölçeğinde süren ırkçılığa karşı eylem ve tartışmalar konunun dillendirilebilmesinin önünü açtı. 2019 Haziranında İsviçre tarihinin ikinci “Kadın Grevi” çeşitli kentlerde yoğun bir kadın katılımı ve coşkunluğuyla gerçekleşti. Bu yıl ise bu eylemi “kutlama” ya da “anımsatma” gösterileri yapıldı. Koronavirüs kısıtlamalarına karşın yine yoğun bir katılım söz onusuydu. 2020 Şubat ayında grev üzerine farklı konuları irdeleyen makalelerden oluşan bir kitap yayınlandı. İlk kez bu kitapta “feministler arasındaki islamofobik ayrımcılık” bir makalenin konusu oldu. Bu yılki eylemler, kadın taleplerinin bir kez daha haykırılması dışında bu önemli tartışmayı da gündeme getirdi. Sanırım dünya ölçeğinde süren ırkçılığa karşı eylem ve tartışmalar da konunun dillendirilebilmesinin önünü açtı.
Özellikle Fransızca konuşulan kantonların büyük kentlerinde yaşayan ve ağırlıklı olarak Mağrip (Kuzeybatı Afrika) kökenli kadınların oluşturduğu Les Foulards Violets (Mor Baş Örtülüler) adlı bir grup feminist, Avrupa kökenli beyaz feministler tarafından ayrımcılık gördüklerini ya da “kurtarılmaya” çalışıldıklarını dillendiriyor. Grubun adından da anlaşılacağı gibi bu kadınların başları örtülü. Avrupa’daki islamofobi ve söz konusu kantonların seküler yapıları göz önüne alındığında “baş örtüsü”nün ne denli büyük bir sorun olduğunu tahmin etmek güç değil. Bu gerçeklik “beyaz Avrupalı feminist”in ayrımcı ve vasi tutumunu da açıklıyor bir yanıyla. Hemen belirtmeliyim ki “vasi tutumu” ve “öğretme tutumu” feminist ya da değil, kadın ya da erkek, solcu ya da sağcı birçok Avrupalının, Avrupalı olmayanlara karşı, “görev” duygusundan kaynaklanıyor. Avrupa merkezci bakışın olağan bir yansıması. “Medeni beyaz Avrupalı”, “ötekilere” medeniyet öğretir/ öğretmek zorundadır. Bu durum elbette Avrupalı feministleri aklamaya ya da mazur görmeye yetmiyor. Ancak bundan bir ileri adımda “Baş örtüsüyle feminist olunamayacağı için kadın eylemlerine katılamazsınız” tutumuyla “beyaz feminizm”, “seküler feminizm”, “islamofobik feminizm” devreye giriyor. Bu da baş örtülü kadına “Feministler tarafından da ayrımcılığa uğruyorum,” dedirtiyor haklı olarak. Beyaz Avrupalı feministin ayrımcı ve vasi tutumunun gündeme getirilmesi hem kendileri, hem de ayrımcılığın nesnesi konumundaki kadınlar açısından verimli tartışmaların önünü açacak gibi görünüyor. Bu çok gerekli, çünkü Avrupa’da artık sadece Avrupalılar yaşamıyor. Öte yandan feminist kanatta gelişecek bu tartışmalar, ayrımcılık, etiketleme, önyargı gibi konuların genel olarak toplumda daha fazla görünür olmasını da sağlayacaktır.
Asiye Müjgan Güvenli -15 Temmuz 2020
Çatlak Zemin
Paris Komünü’nün feministleri
Asiye Müjgan Güvenli -28 Mayis 2021
Çatlak Zemin
Yalnızca 72 gün süren Paris Komünü, bundan tam 150 yıl önce, 28 Mayıs 1871’de yenilgiye uğradı. Çatışmalar sırasında ve sonrasında askerlerin öldürdüğü Parislilerin sayısı bilinmiyor. Komün’e aktif olarak katılan kadınlar, geçmişteki benzerleriyle karşılaştırıldığında bu çatışmada daha fazla merkezdeydi ve büyük kayıplar verdiler. Binlercesi, sayılmadan ya da kimlikleri saptanmadan toplu mezarlara gömüldüler. Sağ kalanlar yargılanmak üzere Versay’a yürütülerek götürüldü; yolda sataşma, aşağılama ve fiziksel saldırılara maruz kaldılar.
arihçi Carolyn J. Eichner, Surmounting the Barricades: Women in the Paris Commune[1] adlı kitabı üzerine kendisi ile yapılan söyleşide, Paris Komünü üzerine yazan erkek tarihçilerin anarşist Louise Michel dışında hiçbir kadından söz etmediklerini belirtiyor. Saygın bir anarşist feminist figür olmasına rağmen o bile sadece satır aralarında adına rastlanan bir kadın olarak kalıyor. 19. yüzyılda feminizmden söz edilemeyeceğini öne süren yaygın görüşe karşı olduğunu belirten Eichner, Paris Komünü’nde yoğun bir kadın katılımının yanı sıra üç önemli feministi anlatıyor kitabında. André Léo, Elisabeth Dmitrieff ve Paule Mink. Yazarlık ve gazetecilik yapan André Léo, 1860’lardan itibaren çeşitli mecralarda sosyalist ve feminist düşüncelerin savunuculuğunu yapmış bir kadın.
Dönemin feministleri onun evinde toplanıp mücadele ağını örgütlüyorlar. Aralarında Louise Michel ve Paule Mink’in de bulunduğu bu kadınlar, özellikle kız çocuklarının eğitimini iyileştirmeye önem veriyorlar. Paris Komünü gazetelerinde editörlük yapan ve yaralı bakımında çalışan André Léo, Komün’ün yenilgisinden sonra İsviçre’ye kaçıyor. 1880’deki aftan sonra Fransa’ya dönüyor ve ölümüne dek sosyalist gazetelerde çalışıyor. Paule Mink ise sürgünde yaşayan Polonyalı aristokrat bir aileye mensup. Polonyalı bir prensle evlenip boşandıktan sonra 1867’de Paris’e göçüyor. Orada farklı muhalif çevrelerle ilişkiye geçerek kadınların kurtuluşu ve sosyalizm hakkında yazmaya başlıyor. Paris Komünü sırasında şehrin dört bir yanında destekleyici konuşmalar yapan ve tartışmalara katılan Mink, iyi bir hatip olarak da biliniyor. Bu süreçte yaptığı işler arasında seyyar hastanelerin örgütlenmesi ile yoksul kız çocukları için kurduğu okul da var. 1901 yılında Paris’te öldüğünde sosyalistler, anarşistler ve feministler tarafından kaldırılan cenazesi büyük bir gösteriye dönüşüyor. Katılımcılarla polis arasında ciddi çatışmalar yaşanıyor. Elisabeth Dmitrieff, aristokrat bir Rus ailede evlilik dışı çocuk olarak dünyaya geliyor. Politik yaşamı 16 yaşındayken St Petersburg’un sosyalist çevresinde başlıyor. Eğitim için o zamanlar kadınları üniversiteye kabul eden birkaç ülkeden biri olan İsviçre’ye yerleşiyor. 1. Enternasyonal’in Rusya delegesi olarak Londra’ya gittiğinde Marx ile tanışıyor. 1871 Mart ayında Enternasyonal tarafından Paris Komünü’ne gönderiliyor. Nathalie Lemel ile birlikte Paris’in Savunulması ve Yaralıların Bakımı için Kadınlar Birliği’ni kuruyorlar. Bir başka faaliyet alanı da kadınların ekonomik özgürlüklerini hedefleyen sendikalar. Eşit işe eşit ücret bu sendikanın örgütlü olduğu yerlerde hayata geçiyor. Komün’ün yenilgisinden sonra Dmitrieff, ilkin İsviçre’ye sonra da Rusya’ya kaçarak politik çalışmalarına orada devam ediyor. Eichner’in yazdığı kitaba dönecek olursak; yazar, Fransa’da feminizmin 1868’den itibaren III. Napolyon’un basın ve ifade özgürlüğünü liberalleştirmesiyle birlikte yapılan toplantılarda ve yayınlanan gazetelerde kadınların çalışma koşulları üzerine yapılan tartışmalarla ivme kazandığına dikkat çekiyor. Eichner’a göre Paris Komünü’nde kadınlar sadece kapitalizmin değil, patriyarkanın da barikatlarını aşarak kadın emeği, eğitim ve evlilik yasalarını organize ettiler. Kadınlar Komün mücadelesinin her alanında vardılar: Barikatların arkasında yemek pişirmekten sağlık hizmetlerine ve barikatlarda silahlı savaşa kadar. Kadınların barikatlardaki silahlı savaşta yer almaları birçok erkek tarihçi tarafından “mitos” olarak nitelenmiş olsa bile bunun gerçek olduğunu vurguluyor Eichner. Her ne kadar antifeminist devrimciler -ki bunlardan biri de Proudhon- Komün’de çoğunluktaysalar da Paule Mink ve André Léo ile sıkı dayanışma içinde olan Eugene Varlin, Leo Frankel ve Elisee Reclus gibi erkeklerin desteği de söz konusu. Eichner, “Kitabınızda Komün’ün erkek egemen, sosyalist bir gündemi olduğunu belirtiyorsunuz. Komüncü kadınların bunu değiştirme olanakları söz konusu olabildi mi?” sorusunu, “Bazı değişiklikler yapabildiler. Kendilerini Dmitrieff tarafından kurulan Kadınlar Birliği (Union des Femmes) etrafında örgütlediler… Dmitrieff in çeşitli çevrelerle bağlantıları vardı ve … erkeklerin kontrolündeki çeşitli kaynakları kadınların çalışma koşullarını iyileştirmek için kullandı. O zamanlar birçok sosyalist ‘devrim olduğunda herkes eşit olacak’ anlayışındaydı. Ama kadın devrimciler şunu biliyorlardı: ‘Devrim bu erkek sosyalistler tarafından belirlenecek ve hepimiz eşit olmayacağız’”. Paris Komünü’nde kadınlar gazetelerdeki yazılarıyla, aktivistlikleriyle ve kolektif örgütlenmeleriyle bir yandan komünarları aydınlatmaya bir yandan da güçlerini pekiştirmeye çalıştılar.
[1] “Barikatları Aşmak: Paris Komünü’nde Kadınlar” olarak çevrilebilir.
Asiye Müjgan Güvenli -28 Mayis 2021
Çatlak Zemin
Ailemin Valerie Solanas’ı
Asiye Müjgan Güvenli -12 Mayis 2021 Çatlak Zemin
Fotoğraf: Selma Çelik
Okur-yazarlıktan ötesine sahip olmayan Nafiye isyanını ancak erkek egemen değerler üzerinden dışa vurabiliyor.
Valerie Solanas’ın ölüm yıldönümünde büyük teyzemi, anneannemin kızkardeşini, düşündüm. Benim kuşağıma gelinceye dek ailemizin tek ‘feministi’ olan bu büyük teyzeyi. Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce iç karadenizin küçük bir kentinde büyük toprak sahibi bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Nafiye, muhtemelen ‘feminizm’ sözcüğünü hiç duymadan ikinci dünya savaşının ardından yoksulluk içinde ölüyor. Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasında büyük toprak sahibi baba ölüp de büyük anneanne iki kızıyla kalakalınca geleneksel çözüme uyup henüz 16 yaşındaki anneannemi otuzuna yakın bir erkekle evlendiriyor. Böylece başlarında bir erkek olmuş oluyor. Gürcistan göçmeni bu yoksul erkek ‘iç güveysi’ koşuluna güle oynaya razı oluyor. İç güveysi olarak boynu bükük durmayan dedem bir erkek olarak bu üç kadın üzerindeki egemenliğini pekiştirmek için ne gerekiyorsa yapıyor. Büyük anneanne ve anneannem bu tutumu olağan karşılarken Nafiye isyan bayrağını açıyor. Kendisine dayatılan hiçbir kuralı kabul etmiyor. Pantolon giyiyor, ata biniyor, ‘kadın başına’ çevre köylere gidiyor. Ne kendisine talip olan erkeklere yüz veriyor ne de dedemin kendisini başgöz etmesine izin veriyor. Tersine gönül verdiği bir başka göçmenle evleniyor. Daha doğrusu nikah yapmaksızın adamı evine alıyor. Nafiye kocasıyla, baba mirasından kendisine düşen bir evde yaşamaya başlıyor. Kocasının bir yabancı olarak ilk başta işsiz olmasına aldırış etmiyor. Ancak adamın iş aramadan bütün gün evde sadece yemekten yemeğe ayak altında dolaşmasına uzun süre dayanamıyor. Altı aylık hamileyken ‘topla pılını pırtını, terk et evimi’ deyip adamı kapının önüne koyuyor. Ne adamın ne de ailenin yalvarmaları işe yaramıyor. Ailenin yüz karası olarak babasız çocuk doğuruyor birkaç ay sonra. Çocuğunu bir kez bile göremeyen adam kenti terk ediyor. Çocuk nüfusta bekar görünen annesinin hanesine kaydediliyor. Tarımdan zerre anlamayan dedem ise bu arada toprakları satıp satıp aileyi bir süre geçindiriyor. Satacak toprak kalmayınca daha büyük bir kente taşınıp terzilik mesleğini yapmaya çalışıyor. Nafiye aileyle birlikte büyük kente gitmiyor. Kızıyla birlikte hâlâ satılmamış olan evde oturuyor. Hayatına bir daha kesinlikle erkek sokmuyor. Küçücük bir toprak parçasıyla kızını ve kendisini geçindirmeye çalışırken kuzeninin yaralama olayına karıştırılıyor. Kuzeni babasını kurtarmak için işkence altında tabancayı Nafiye’den aldığını söyleyince dört yıl süren hapishane macerası başlıyor. Anlatılanlara göre Nafiye de işkence görüyor ama suçlamayı reddediyor. Yüzleştirmede kuzeni aynı ifadeyi tekrarlayınca “Sen de erkek misin be, çocuklu bir kadını töhmet altında bırakıyorsun, ben olurum erkek, yatarım şerefimle mapusu” diyor. Ailemin ilk ‘feministi’ olarak adlandırabileceğim Nafiye’nin yaşamı pek tabii ki ‘kadın isyanı’ dışında tamamen erkek egemen anlayış tarafından belirleniyor. Eniştesiyle geçinemiyor çünkü para kazanmak yerine toprakları satıyor. Kocasını evden atıyor çünkü eve para getirmiyor. Kuzenini bir kadını karakola düşürdüğü için yeterince erkek bulmuyor. Okur-yazarlıktan ötesine sahip olmayan Nafiye isyanını ancak erkek egemen değerler üzerinden dışa vurabiliyor. Türkiye’nin o günkü koşullarında küçük bir Anadolu kentinde at binmek, hamile olarak kocayı kapı önüne koyabilmek, babasız çocuk sahibi olmaya cesaret edebilmek, yalnız yaşamayı göze alabilmek Nafiye’nin ‘feminizmi’ olarak adlandırılabilir sanki yine de.
Asiye Müjgan Güvenli -12 Mayis 2021 Çatlak Zemin
Yaşlı, yabancı, kadın
Asiye Müjgan Güvenli -22 Nisan 2020
Çatlak Zemin
İleri yaşlarımda da verimli olabileceğime inanmış bir kadın olarak, koronavirüs günlerinde ayrımcılığa uğramak canımı acıttı. 63 yaşından üç ay almış ufak tefek, fazla kilosu olmayan bir kadınım. Özellikle 60’ından sonra bazı sağlık sorunlarım ortaya çıktıysa da genellikle sağlıklıyım. Bu nedenlerle olsa gerek, yaşımı göstermediğim söylenir. Kafamın hâlâ çok genç işlediğine inanıyorum. Çevremdeki genç insanlar da böyle söylüyor. Hatta, hâlâ çevremdeki birçok genç insana göre “aykırı” düşünebiliyorum. Hâlâ bazı gençlerin tutucu düşünce ve yaşantılara “tutunduklarını” görüp şaşırıyorum. Giyim kuşamım, hal ve hareketlerim annelerimizin biz yaşlarındakinden farklı. Birçok genç arkadaşım var. Çalıştığım yerdeki tek 63 yaş üstü kişi benim. Bazan oram buram ağrıdığında, “Hey gençler, ben artık yaşlandım galiba” dediğimde aldığım cevap hep “Ne yaşlanması, gençsin sen hâlâ” oluyor. “Ama yaşım…” diye başladığım cümleyi ağzıma tıkıyorlar ve kesin bir ifadeyle: “Yaşını boşver, sen hâlâ gençsin” deyip konuşmaya nokta koyuyorlar. Çoğu zaman inanıyorum onlara, hoşuma gidiyor çünkü. İlk kez bu yılın Şubat ayında, Covid-19 üzerine yazılıp çizilmeye başlanınca, işyerindeki gençlerin bana karşı olan tutumlarındaki değişiklikleri fark etmeye başladım. İlk somut ifadeyi bir kahve molasında virüsten korunma yöntemleri üzerine sohbet ederken işittim. Henüz 30’unda olmayan bir kadın arkadaşım, “Ben gencim, bana bir şey olmaz. İstatistiklere göre 60 yaş üstü enfekte oluyor ve ölüyor” dedi. Boğazıma küçük bir şey takıldı sanki birden. Bakakaldım arkadaşımın yüzüne. Belki beni “genç” gördüğü için söylediğinin beni bir biçimde hedef aldığını düşünemedi, belki de öylesine kendisiyle ilgiliydi ki benim yaşımı unuttu. Her neyse, bu genç insanın “patavatsızlığı” beni kesinlikle yaralamadı ama düşündürdü elbette. Sadece artık yaşlı bir insan olduğumu değil, yaşlı bir insan olarak bir biçimde ayrımcılığa uğradığımı da düşündüm ilerleyen korona günlerinde. Öte yandan, özellikle 65 yaş üstü insanların sokağa çıkmamaları, torunlarıyla bir arada olmamaları gibi önlemler beni başından beri düşündürüyor. Kimi kimden koruyorlar? Yaşlı insanları çocuk ve gençlerden mi, tersi mi? Bir de üstüne 11 Nisan tarihli İsviçre’nin en büyük iki gazetesinden biri olan NZZ’de Bill Gates’in fotoğrafının altında, “Bill Gates 64 yaşında diğer insanlara göre çok daha ileri düşünüyor ” ibaresini okuyunca, 63 yaşında bir kadın olarak kendimi aşağılanmış duyumsadım. Kendimi Bill Gates ile karşılaştırmıyorum ama daha ileri yaşlarımda da verimli olabileceğime inanmışken, ciddi bir saldırıya ve ayrımcılığa uğradığımı düşündüm. Özellikle politikada gençlere ve kadınlara yol ve yer açılmasından yana biri olarak, bazı gençler tarafından ayrımcılığa uğramak canımı acıttı. “Ayrımcılık” üzerine düşünmeye başlayınca, öteki ayrımcılık alanlarını da anında anımsadım elbette. Yabancı olmaktan ötürü ayrımcılığa uğramak söz gelimi. Yabancı olmaktan kastım sadece doğduğum ülke dışında bir ülkede yaşıyor olmam değil. Doğduğum ülkede de, ortalama insan çerçevesine sığamayan biri olarak, birçok tanıdığım ve arkadaşım gibi yabancıydım / yabancıyım. Kadın olmaktan ötürü hâlâ birçok alanda uğradığımız ayrımcılığı da eklersek, “yaşlı kadın” olarak “üç kez ayrımcılık”la karşı karşıya kaldığımı ilk kez korona günlerinde fark ettim. Virüssüz günlere…
Asiye Müjgan Güvenli -22 Nisan 2020
Çatlak Zemin
Korona Günlerindeki Farkındalıklarım
Asiye Müjgan Güvenli -9 Nisan 2020 Çatlak Zemin
“İçsel bağışıklık sistemimdeki” zayıflığın farkına varmak, özellikle beni düşündüren. Onca kaçaklık, takip, işkence, baskı, şiddet, hapishane yaşanmışlıklarına karşın bir virüsle sağduyulu bir biçimde başedememek öfkelendiriyor beni. Korona günlerine herkes gibi, vardır kesinlikle istisnalar, ben de hazırlıksız yakalandım. İlk günlerin belirsizlikleri (acaba, öyle mi böyle mi, abartmayalım vb) atlatılıp da devletler, kurumlar ilk yasak önlemlerini ilan etmeye başladığında ise evimden kilometrelerce uzakta geri dönebilmenin yollarını gergin bir biçimde aramaya başladım. Neyse evime döndüm ve çoğunluğun yaptığı gibi zorunlu olmadıkça sokağa çıkmadım.
Çoğu insan gibi haberleri öğrendikçe benim de gerginliğim arttı. Kendime medya yasağı koymaya çalıştıysam da ilk günlerde pek başarılı olamadım. Sonra yavaş yavaş medya dışında da uğraşlar edindim. Ve hatta “düşünebilmeye” başladım! İlk günlerden başlayarak “Bu salgın dünyadaki bütün yönetimlerin işine gelecek,” gibi kaba bir saptama yapabilmiş olsam da pek ileri düşünme yetisi gösteremedim ilk iki hafta. Bugünlerin yarınları ne yönde değiştireceğine ilişkin kehanetleri ilginç bulmama karşın, benim kafam aksi yönde işliyor. 23 yıldır Avrupa’da yaşıyor olmamın bende yarattığı değişiklikleri ilk kez belki de bu denli çarpıcı olarak fark edebiliyorum. Doğduğum ülkede ortalama insanların yaşam tarzının dışında bir yaşantım olduğu için olsa gerek hiçbir zaman net bir “yarın” kavramına sahip olmadım. Ama şimdi Korona günlerinde fark ediyorum ki Avrupa’da “yarın” kavramını, hiç değilse yıllık tatil programımı sekiz dokuz ay öncesinden yapmak zorunluluğu ile kısmen öğrenmişim. İsteksizce ve güçlükle. Bugünlerde fark ediyorum ki iyi öğrenmişim, hatta içselleştirmişim. Mart ayından başlayarak Korona’nın bu yıla ilişkin programımı esir alışını dudağımın ucundaki gülümsemeyle izlemeye başladım. “Yarın” kavramını nasıl da farkında olmaksızın benim bir parçam yapmışım. “Farkında olmamanın farkındalığı”! Bu “esaret”i 80 darbesinden sonraki esaretten daha farklı yaşadığımı fark ediyorum. 80 öncesinde olduğu gibi sonrasında da politik faaliyette olan birçok insan gibi ben de “gün”ü yaşadım o zamanlar. Gün, “Bugün de ölmedim, bugün de polise düşmedim, bugün de ev basılmadı, bugün de randevuda bir sonraki randevuyu kararlaştırdık,” vb. idi. Yarın tek bir gün olarak bile belirsizdi, yarınlar? Yarınlar sosyalizm olacaktı ama ne zaman gelecekti bu yarınlar? Kimse bilmiyordu. Gelmedi de. Zaten var olan da gitti 89 itibariyle. Kendi yarını olmadan yaşayanların bu “yarınları” bile gitti. Rağmen yaşamaya devam ettik. Hem de ne gerginlik yaşadık ne de bunalıma girdik. 80 öncesinin puslu ortamı, 80 sonrasının zulmü politika yapan bizlerin bağışıklık sistemini güçlendirmişti demek ki. Ancak benim gibi artık aktif politikanın içinde olmayanların -bir de Avrupa’da yaşıyorlarsa- bağışıklık sisteminde zayıflıklar oluştu anlaşılan. Öyle olsa gerek ki bu mel’un virüs beni de birçok insan gibi enfekte edemedi ama neredeyse bir çeşit hasta etti. Bütün hijyenik önlemlerin önemli olduğunun farkındayım ve uyguluyorum ancak sormadan da edemiyorum, “Kaçıncı kezden sonra el yıkama, kapı kolu dezenfekte etme vb. anormale giriyor?” Cevabını bilmiyorum. Bu bir yana “içsel bağışıklık sistemimdeki” zayıflığın farkına varmak, özellikle beni düşündüren. Onca yeraltı/kaçaklık, takip, işkence, baskı, şiddet, hapishane yaşanmışlıklarına karşın bir virüsle sağduyulu bir biçimde başedememek öfkelendiriyor beni. Korona günlerinde algılamaya başladığım kadınsı farkındalıklarıma gelince; “enflasyonist” biçimde el yıkamanın dışında, aylardır temizlemediğim evimi bir güzel temizledim. Sanki dünyayı temizledim bu uğraşımla. Dünyayı biyolojik ve “politik” virüslerden temizledim sanki. Konuştuğum pek çok kadında da aynı “ruh halini”ni saptayınca, yıllardır kurtulduğumuzu sandığımız “temiz tirendez” ev kadını titizliğimize sığındığımızı fark ettim. Whatsapp sohbet gruplarında kadınlar genellikle sağlık üzerine duyduklarına ve hijyenin en mükemmel ne biçimde sağlanacağına ilişkin paylaşımlar yaparken erkekler yine çoğunlukla ya birbirleriyle ya da hızlarını alamadıklarında da kadınlarla takışıyorlar. Bu arada gözlediğim en önemli farklılık kadınların erkeklere oranla çok daha politik içerikli ve düzeyli paylaşımlar yapabilmeleri. Bunlar sadece bireysel sınırlı gözlemlerime dayanıyor tabii ki. Virüssüz günlere özlemle.
Asiye Müjgan Güvenli -9 Nisan 2020
Çatlak Zemin
Ursula Gertrud von der Leyen kadın mı?
Cinsiyet organı açısından bakıldığında, evet, von der Leyen bir kadın. Önceki günkü tabloda, sanırım kadın olduğu için, aşağılandığı için dayanışma gösterilmesi gereken bir kadın. Ancak bu tabloda kadın yok. Ben bu tabloda bir kadın görmüyorum. Tersine Türkiye’deki mültecilerin Avrupa’ya geçmesini önlemek için herşeyi ama herşeyi (resmi bir görüşmede uluslararası başının önünde bir kadın olarak ayakta kalma rezaletini bile sineye çeken) kabul eden birini görüyorum.
Von der Leyen kadın değil. Cinsel organı nedeniyle onu kadın kabul etmek mümkün değil. Cinsel organı nedeniyle onunla dayanışma gereksiz.